KBB Adına Sivil Toplumun Yapabilecekleri – 1. Bir KBB Uzmanının 25 yılından Süzdükleri
Üstelik İstanbul’da idim. İstanbul’un da önde gelen hastanelerinde çalışma şansım olmuştu. Üzülüyordum ve daha ileri işleri yapabileceğimizi biliyordum. Ama nasıl yapılabilirdi?
Bir yandan kendimi geliştirmeye bakıyordum. Eğitim adına yaşadıklarım da sağlık ortamından, ülkedeki genel ortamdan çok farklı sayılmazdı. Usta-çırak eğitim modelinin geliştirilmesi gerektiğini, öğretmekle yükümlü kişilerin kişisel donanımlarının daha fazla olması gerektiğini, kişisel donanımlarının yetmediği alanlarda başka kaynakların devreye girmelerinin zorunlu olduğunu, eğitim vermenin bir lütuf olmaktan çıkması gerektiğini, alttan gelenlerin önceki kuşakların çok daha ötesine geçmelerinin sağlanmasının asli bir görev olarak algılanması gerektiğini, yeniliklerin araştırılmasına, eski köye yeni adet getirilmesine büyük çaba harcanmasının yaptığımız işin olmazsa olmazı olduğunu…. Daha nicelerini düşünüyor ve kendimce, kendime, çevremdekilere ve gelecek kuşaklara çözüm arayışları içinde buluyordum kendimi, sık sık.
Derken, yükümlülükler, tamamlanması gerekenler, hayatın diğer boğuşmaları ve araya yıllar girdi. Başka uluslardan konuşmacıların içinde yer aldığı, benim farkında olduğum ilk toplantı 1988’de Ankara’da, Prof. Necmettin Akyıldız’ın yönettiği bir toplantı idi. Ağırlıklı olarak Avrupa’dan isimlerin yer aldığı bu toplantı bende ve eminim ki hepimizde büyük heyecan dalgaları yaratmıştı. O zamanlara kadar kitaplarını yutarcasına okuduğumuz kişiler canlı kanlı bir şekilde karşımızdalardı. Mirko Tos, Gordon Smyth, Jean Jacques Marquet… Konuşmalarını dinlemek yetmiyor, kahve aralarında hangimiz fırsat bulur ve o ismi boş yakalayabilirsek, ondan bilgi sağmaya çalışıyorduk. Gordon Smyth’in timpanoplasti deneyimlerini, aşamaları ile aktardığı konuşması sonrası ön sırayı tamamıyle doldurmuş olan onca anlı şanlı hiçbir hocamızın herhangi bir sorusu olmamıştı. Neden tartışamamışlardı; bilmiyorum. Necmettin Hoca’ya o zamandan beri içten içe teşekkür duygularımı taşımışımdır, bu toplantıyı gerçekleştirmiş olduğu için.
O açlık bu toplantı ile yatışacak gibi değildi. Söz konusu olan geleceğimizdi. Bu toplantı yalnızca dış dünyaya bir kapının olduğunu, bu kapının ardına kadar açılması gerektiğini, içerden açılmazsa, bizlerin gidip dışarıdan açmamız gerektğine karar vermiştik.
Türkiye’de, benim anladığımca, bilimsellik, sorgulama kültürü, yaratıcılık değildi ön planda olan, desteklenen, yüceltilen, istenen. Katı bir hiyerarşi vardı. Hiyerarşinin gerekenleri arasında suskunluk ve üste koşulsuz itaat baskındı. Bu duruma uymayanlara ise yaptırımlar, adeta, örgütlü bir biçimde uygulanıyor ve dışlamaya maruz kalıyorlardı. Kimi yerde çıkar düzeni baskındı; yine hedeflenen bilim değil, çıkarlara uygunluktu.
Buraya dek yazdıklarımla, elleri öpülesi hocalarımızı rencide etmiş olduğum düşünülebilir. Asla değil. Sözünü ettiğim bir kültür, bir tarz, baskın anlayış biçimi. Hocalarımız o anlayış içinde ellerinden gelenin fazlasını verdiler bize. Ancak kullanılan ölçütler ne zamana, ne evrensel değerlere, ne de bilime uygun değildi.
Sonunda ben de kendimi bu ortamın dışına çıkarmaya baktım. Kararlıydım, belki de 10 yıl sürebilecek bir süreçle kendimi iyice geliştirecek ve canımdan çok sevdiğim vatanıma, ülkeme, insanıma daha nitelikli, daha dolu dönecektim. Bir rüya gibi görünse de.
Sonunda yurtdışı rüyamı gerçekleştirebildim. Amerika’yı çok merak ediyordum. Yurtdışı rüyamla birlikte, bana bir rüyayı yaşatan bir insan, bir hoca tanıdım: Dr. Ronald C. Hamaker.
Dr. Hamaker bana yalnızca içlerinde bulunma olanağı tanımakla kalmamış, maddi manevi destek vererek kendimi geliştirmeme yardımcı olmama çalışmıştı. Ben de bana verilenleri sünger gibi emiyordum; bu ifadeyi o bölümdeki hocalardan birisinden aktarıyorum.
İşin yalnızca klinikle sınırlı bilgilerini almakla yetinmeme kararındaydım. Kullandıkları sarf malzemelerinden, çalıştırdıkları personel çeşitliliği ve nitelikleri, yaptıkları işin sürdürülmesi için işin yönetimine, ülke çapındaki etkinliklere, arkalarındaki mantığa, pek çok konuya kafa yormuş ve sorularımın yanıtlarını almaya çalışmıştım.
Amerika gerçekleri ile ülkemin gerçekleri birbirine uymuyordu ve kuşkusuz hiçbir zaman uymayacak pek çok yönü vardı. Ama, bazı kavramların değil Amerika’ya özgü olmak, evrensel ve zamandan bağımsız olması gerektiğini de kabul etmek gerek.
Fransa’da da çalıştım. Bir başka modeli görmeli idim. Anlıyordum ki, sağlık modelleri kendi ortamlarına özgü şekillenmeler gösterebiliyordu. Fransa örneği bana iki kıtanın neden “eski-yeni” olarak adlandırıldığını anlatan bir örnek oldu.
Yurtdışı deneyimlerimde, miktar olarak çok küçük kalmış olsa da, yakın zamanlarda, İngiltere tıbbını da gözlemleme fırsatı edinebildiğimi belirtmeliyim.
Yurtdışındaki süreçte kendimi geliştirme adına hayal ötesi bir dönemi de yaşayabilmiş ve fellowship eğitimini alabilmiştim. Çok güçlü bir donanıma sahiptim, artık. Yurtdışındaki kalışımı uzatmamın anlamı olmadığını sonucuna varmıştım. Bundan sonrası, kendi ülkemde, kendi topraklarımda başarmak olmalı idi. Bunun için de yerimi belirlemeliydim; ki, orada zamanla hedeflediklerime ulaştıkça, yaptıklarımla gurur duyacak ve ülkemin ve daha geniş çevrelerin de takdirini kazanarak iyi bir örken olacaktım.
Türkiye’ye döndüğüm zamanlar bazı hocalarım beni terslediler. Kimisi, en hafif deyimiyle, desteklemedi. Bu durumu daha fazla açmak amacında değilim. Ancak kendini yetiştirme gayretinde olan genç bir meslektaşımızın penceresinden görüneni aktarmaya çalıştım. Bir başka deyişle, üstte yazmış olduğum anlayışı, kültürü…
Donanım olarak aldığım tek şey tıbbi bilgi-beceri olmamıştı, yurtdışından. Aynı zamanda tıp işinin inceliklerini, organizasyonel çalışmaları, elde edilmiş olanları, yararlarını, gerekçelerini de öğrenmeye çalışmıştım.
Öğrendiklerimden kliniğe ilişkin olanları bir kenara bırakacak olursak, diğerlerini Türkiye’deki ilk yıllarımda kullanma-paylaşma fırsatım olmadı. Nedenleri ayrı bir konudur. Ancak, yıllar içinde, “artık bu kavramları da bilin” dememi gerektiren durumlarda, yani, bıçak kemiğe dayanınca sesimi çıkardım.
Bu ses, kimi zaman toplantılarda söz alıp görüşlerimi ortaya koymak şeklinde oldu. Kimi zaman çağrıldığım ve içinde yer aldığım bazı etkinliklerle ses vermek şeklinde oldu. Ayrıca bazı meslek kuruluşlarındaki yönetim görevlerimde de ses çıkarmaya, kavramları aktarmaya, yeni algılar geliştirmeye çalıştım.
KBB adına ulusal derneğimizdeki iki ayrı çalışma grubunda, Yüz Plastik Cerrahisi derneği kuruluşunda ve ilk yıllarında yönetim kurulunda, İstanbul Tabip Odası Özel Hekimlik Komisyonu’nda bu yönlerde çalışmalarım oldu.
Bazı gereksinimlerimizi ve çözümlerini görüyor idiysem de, düşüncelerimi kabul ettirmenin pek de kolay olmadığını yaşayarak gördüm. Sanılabilir ki yıllarca ve defalarca tekrar etmeliydim, söylediklerimi. Sanılabilir ki, bazı üst makamlara daha yakın durmaya çalışmalıydım; ki kabul etsinler, benimsesinler ve desteklesinler.
Hayır, ben hiç de öyle düşünmedim. Bazı algıları, yerleşik düşünce biçimlerini bir cümle konuşmakla değiştiremeyeceğim kesindi. Kesin olmasına kesindi ama, gerçeğin, doğrunun arayışında olanlar için böyle. Hepimizin farkında olduğu bir başka gerçek vardı; o da karar verme konumlarının ikincil yanlarının, yani sağlanan statünün çekiciliği idi. Dolayısı ile, karar verecek mekanizmaların yerleşik düzenleri ile benim gibi ayrık otu konumundakilerin uyuşmaları çok zordu. Yaşadıklarımla bunu da gördüm.
Bu durumda, ya yeni bir oluşumu kurup harekete geçirmek, kitleleri de peşinden sürükleyerek kavramları çağdaş düzeye taşımaya çalışmak. Ya da bu kavramları yazılarla aktarmaya çalışmak.
Ben ikincisini seçtim. Çünkü birinci seçenek için hem gücüm yok, hem de çok kırılganım. Arta kalan zamanlarımda yollar katedip, birçok ortamda dil döküp, insanları iknaya çalışıp, yıllarımı bu yönde harcayamayacağımı anladım. Ancak yazabilirim.
Öyle de yapacağım.